‘jazzettanka’ Kategorisi için Arşiv

[iyi] şiir ne yapmaz (1)

Yayınlandı: Aralık 3, 2012 / jazzettanka

Bağırmaz.
İddia etmez.
Kanıtlamaz.
Yanıtlamaz.
Övünmez.
Kesinlemez.
Beğenmez.
Böbürlenmez.
Kolaylaştırmaz.
Açıklamaz.
Garantilemez.
Taslamaz.
Anlatmaz.
Öğretmez.
Uymaz.
Eğlendirmez.
Boyun eğmez.
Angaje olmaz.
İç dökmez.
Gevezelik etmez.
Boş konuşmaz.
Sömürmez.
Hezeyan etmez.
Buyurmaz.
Kandırmaz.
Vaaz vermez.
Nasihat etmez.
Uzatmaz.
Sündürmez.
Heyecanlanmaz.
Modayı izlemez.
Ödül beklemez.
Ödün vermez.
Kariyer yapmaz.
Bayatlamaz.
Paslanmaz.
Çürümez.
Kokuşmaz.
İtaat etmez.
Oturmaz.
Pohpohlamaz.
Yağlamaz.
Düşünmez.
Düşüncesizlik etmez.
Yılışmaz.
Sıvaşmaz.
Baymaz.
Yaygara yapmaz.
Çığırtkanlık etmez.
Tıkınmaz.
Şişmanlamaz.

(*) Devam edecek… Ve “[İyi] şiir ne yapar” başlıklı bir dizi, bu diziyi takip edecek.

masumiyet üzerine on basit tez

Yayınlandı: Eylül 21, 2011 / jazzettanka

1.
fakat güz gelse ne yazar! ancak ve ancak yaz bilir yazmayı.

2.
bazen hiçin kendine ihtiyacı vardır. bazen hepin hiçe.

3.
fakat yaz gelse ne de kıştır o.

4.
doluya koydum. dolu olmadığının bilincini edindiğinde devrildi yana. dolu olmadığını bilmesine gerek yoktu artık.

5.
boşa koydum. rahatı kaçtı. lekelenmişti boşluğu. boşalsa bile bir daha asla boş olamayacaktı.

6.
fakat bahar gelse bir daha gelmek isteyecektir. doğası budur. gelmeyle gitmenin sonsuz sarkacından başka yerde bahar bahar mı olurmuş!

7.
adlandırıldığında son nefesini verir masumiyet.

8.
yalan, hayatın yüzüne geçirdiği maske değildir. maske hayattır, yalansa hakikatin geride kalan sureti.

9.
fakat kışın geldiğinden niye kimsenin haberi yok? beyaz kör eder, ondan olmasın?

10.
hiç olabilmek keşke o kadar kolay olsaydı.

şiir, atına bindi

Yayınlandı: Ağustos 24, 2011 / jazzettanka

Şiir Atı’nın yelesini Konstantinopolis rüzgarı okşuyor. Şiir Atı doludizgin, Şiir Atı ölümden hızlı, gölgesini düşürüyor ölüm hazretlerine. Hulki Aktunç, Didem Madak ve Seyhan Erözçelik, o güzel kısrağa, Şiir Atı’na binip gittiler. Kanserli hücreler gibi bütün dokularını tahrip ettiğimiz dünyayı bize bıraktılar, görgülü, soylu küçümseyişleriyle, dikkatli nazarlara tahsis edilmiş istihzalarıyla.

Gurbet, hasret ve hikmet burçlarında, haylaz ve muzip şair varlığıyla dönüp durdu Seyhan Erözçelik, sevgili kuşaktaşım. Behçet Necatigil‘in şair yolcusundan birazcık farklı olarak, Seyhan, doğrusal ilerlemedi bu yörüngede, hikmet burcuna erişende “vasıl olduk ey yolcu!” demedi kendine, ustalığın acemiliğinde karar kıldı, o güç ve cesaretle, o bilgelikle başa döndü, başa, gurbet burcuna, ve sonra hasret burcunda konakladı tekrar. Sonrası elbette hikmet burcuna heybesi daha dolu varıştı. Daha bilge. Daha sıkı.

Başımız sağolsun Haydar, Vural ve diğerleri. Başımız sağolsun bu ülke. Bu acıklı ülke. Bu vakur, güngörmüş, acımış ve acıtmış ülke. Bu yoksul ve bu zengin ülke. Sen şiirsiz kalmadın, kalmazsın, kalmayacaksın da. Şiir en soylu isyansa eğer bu böyle. Sen isyanın kitabını yazdın ey sevgili ülkem. Zulme, ilkelliğe, vandalizme, yoksulluğa, yoksunluğa. Şiir yanındaydı hep, yanında. Seyhan’larla, Didem’lerle, binbir şair kılıklı şövalyeyle. Soylu dille, dilinle, dillerinle. Büyük Edip’in, Edip Cansever‘in dediğince tıpkı:

Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz

şu anda…

Yayınlandı: Haziran 23, 2011 / jazzettanka
  • Kaç kişinin sırtı açıkta kalıyor?
  • Kaç kişiyi eşek tepiyor?
  • Kaç kişinin kolunu sivrisinek ısırıyor?
  • Kaç kişinin çantası ıssız bir köşede gaspediliyor?
  • Kaç kişi çığlığının işitilemeyeceği bir yerde tecavüze uğruyor?
  • Kaç kişi yıldızlara bakarak evrendeki kaotik düzene bir kez daha hayran kalıyor?
  • Kaç kişinin sarası tutuyor?
  • Kaç kişi harıl harıl sudoku çözüyor?
  • Kaç kişi içinden şiir okuyor?
  • Kaç kişi patronunun yedi ceddini kalaylıyor?
  • Kaç kişi bir kırevinde filmlerdeki gibi şömineye karşı şarabını yudumluyor?
  • Kaç kişi 99’luk tesbihle huşu içinde Allah’ın adını zikrediyor?
  • Kaç kişi evrende yalnız olmadığımızı, uzayda bir boşluk içinde yüzerek dönüp durduğumuzu, yönlerin kendimizi kaptırdığımız bir yanılsama olduğunu aklına düşürüyor?
  • Kaç kişinin arabası ıssız bir tepede su kaynatıyor?
  • Kaç kişi hararetle g noktasını arıyor?
  • Kaç kişiyi yıldırım çarpıyor?
  • Kaç kişi balkonundaki sardunyaları suluyor?
  • Kaç kişi Albert Camus’nünki gibi son veriyor hayatına?
  • Kaç kişi sezaryenle doğuruyor?
  • Kaç kişinin en dipteki azı dişi ağrıyor?
  • Kaç kişi Beethoven’ın Ayışığı Sonatı’nı ayışığında dinliyor?
  • Kaç kişi vahşi bir cinayete kurban gidiyor?
  • Kaç kişi zeytinyağlı dolma indiriyor midesine afiyetle?
  • Kaç kişi pis bir helâda kan ter içinde ıkınıp duruyor?
  • Kaç kişi aksırıp tıksırma nöbetine tutuluyor?
  • Kaç kişi Sophie’nin Seçimi’ndeki yahut Balıkçı Kral’daki bir sahneyi hatırlayarak sinema sanatının büyüsüne tekrar dalıyor?
  • Kaç kişi kan uykusunda korkunç bir kâbusla cebelleşiyor?
  • Kaç kişi atlıkarıncaya biniyor?
  • Kaç kişi evsahibi olacak domuza kira ödemeye gidiyor?
  • Kaç kişi otobüs kuyruğuna giriyor?
  • Kaç kişi intikam yemini ediyor?
  • Kaç kişi uğursuzluk gelmesin diye üç kere tahtaya vuruyor?
  • Kaç kişi ip atlıyor?
  • Kaç kişi garsonu çağırıyor?
  • Kaç kişi zındanlarda işkence görüyor?
  • Kaç kişi çocuğuna şamar atıyor?
  • Kaç kişinin nikah masasında ayağına basılıyor?
  • Kaç kişi boşanmanın sevinciyle kuş gibi uçuyor?
  • Kaç kişinin dilinin ucuna kadar geliyor hatırlayamadığı kelime?
  • Kaç kişi mezarlık ziyareti yapıyor?
  • Kaç kişi James Joyce çeviriyor?
  • Kaç kişi sararmış fotoğraflara bakarak iç geçiriyor?
  • Kaç kişi döşeğinde veriyor son nefesini?
  • Kaç kişi pi sayısının gizemini merak ediyor?
  • Kaç kişi gömleğinin epridiğini, yeni bir gömlek alma vaktinin geldiğini söylüyor kendine?
  • Kaç kişi soğumasın diye çaydanlığın üstünü işlemeli örtüyle örtüyor?
  • Kaç kişi loto kuponu dolduruyor?
  • Kaç kişinin havanın ılık esintisiyle tüyleri ürperiyor?
  • Kaç kişi Victor Jara’nın ellerini ya da Lorca’yı hatırlayıp faşizmi bir kez daha lânetliyor?
  • Kaç kişi suluboya resim yapıyor?
  • Kaç kişi gecenin kuytusuna dalıp gözden yitiyor?
  • Kaç kişi Devrek bastonunu arıyor?
  • Kaç kişi yaralanmış kedisini telaşla hastaneye yetiştirmeye çalışıyor?
  • Kaç kişi mezuniyet töreninde kepini havaya fırlatıyor?
  • Kaç kişi bir aşka son noktayı koyuyor?
  • Kaç kişinin işine gerekçesiz son veriliyor?
  • Kaç kişinin kahkahaları ortalığı çın çın çınlatıyor?
  • Kaç kişi önemli bir konferansa hazırlanıyor?
  • Kaç kişi seçim sandığına oyunu atıyor?
  • Kaç kişi bisiklete biniyor?
  • Kaç kişi çatıdaki karganın ceviz kırışını gözlüyor?
  • Kaç kişi kızgın güneşin alnında tarlasını sürüyor?
  • Kaç kişi annesinden kalan kavanoza bakıp bakıp evvel zaman içindeki anılara dalıyor?
  • Kaç kişi zencefilli-naneli limonata yapıyor?

şeytan-melek, melek-şeytan

Yayınlandı: Şubat 17, 2011 / jazzettanka

“Şair-reklamcılar” ya da daha geniş bir ifadeyle “sanatçı-reklamcılar” konusu, netameli bir konu. Özellikle de sol gözle bakıldığında durum vahamet arzediyor. “Muhalif-muvafık” oksimoronu, “Dr. Jekyll-Mr. Hyde” çift-kişiliği/bilinç bölünmesi çıkıyor karşımıza. Sanatçı-reklamcı denen canlıyla sokakta karşılaşmasaydık, öyle bir “tür”ün varlığının mümkün olabileceği aklımıza kolay kolay gelmezdi. Bu bir mutasyon ve bu canlı, sanatçı duruşu geninin kapitalizm aygıtının ışınımıyla bozunuma uğraması sonucu ortaya çıkmış bir mutant. NŞA şairden/sanatçıdan reklamcı olur mu? Olmaz. Ama hayat “normal şartlar altında” geçmiyor tabii. Hem normal dediğiniz nedir ki? Dolayısıyla bu, nesnel bir veri. Yakından bakıp incelemek gerek. (Sanatçı-reklamcı derken, yazının burasından itibaren reklam yazarı şairleri kastediyor olacağız.)

Aslına bakarsanız, kadim zamanda şair gökten zembille inmedi. Şimdi sanatın, şiirin öyküsüne girmeyelim ama böyle bu. Reklam yazarına gelince, onun öyküsü çok daha sıradan ve taze. Peki, ikisinin yolu nasıl oldu da kesişti? Yok yok, ben bunu da anlatmayacağım. Hele de her şairin/sanatçının bir zamanlar ille doğuştan solcu olduğu, aksinin akla bile gelemeyeceği bizim şirin ülkemizde, “akıllı düşmanımı, onu istihdam ederek dönüştürürüm” politikasının tıkır tıkır işlediğini uzun uzun öykülemeye hiç gerek yok. Benim derdim, bir “yaratıcılık” tutturmuş gidiyoruz, onu deşelemek. Deşelerken de yepyeni, bilinmedik şeyler söyleyecek değilim; malumu ilam olacak yaptığım. Maksat, değerli ……….. ………….’a verdiğim sözü tutmak. Biraz da, bir reklam yazarı şair, üstelik de solcu bir reklam yazarı şair sıfatıyla kendi konumumla dalga geçerek, ölümcül çelişkimin sızısını hafifletmeye yeltenmek.

***

Yaratıcılık dediğin nedir? Latinceye bakarsak şayet, yaratmak, ortaya çıkarmak, yapmak, doğurmak, oluşturmak, keşfetmek, bulmak, yenilik üretmek anlamlarıyla yüklü “creare” ile karşılaşırız. Gelgelelim, yaratmak ille de sıfırdan varetmek demek değildir; mevcutlar/bilinenler arasında yepyeni, özgün, alışılmadık ilintiler kurarak yeni bireşimler/çözümler üretmek de bunun kapsamına girer. Bu bir yetenektir elbet ve fakat her yetenek gibi “işleyen demir ışıldar” prensibine tabidir.

Her sanatçı –hadi her gerçek sanatçı diyelim– yaratıcıdır, ama her yaratıcı sanatçı değildir; yani yaratıcı kümesi sanatçı kümesini kapsar, ikincisi ilkinin bir altkümesidir. Reklam yazarı da, sanatçı olmamakla birlikte bir yaratıcıdır. Dolayısıyla aralarındaki ilk benzerlik buradan başlıyor: İkisi de yaratıcı. Yani ikisi de bağlantısız görünenleri birbirine özgün ve yenilikçi bağlarla bağlayabilen, ikisi de gözlerini açan ve açık tutan, ezbere ve basmakalıba yüz vermeyen, kayıt ve koşul tanımayan cinsten. İkisi de önce kendine asi. İkisi de tekinsiz ve delimtırak. İkisi de cendere sevmez. İkisinin de yığınlarla şu ya da bu şekilde problemi var. İkisinin de gecesi gündüzü yok. Yarızamanlı yaratıcılığın yarım hamilelik demek olduğunu ikisinin de “iş”leriyle dur durak bilmeden boğuşmasından kolayca anlayabiliriz. Her ikisinin de “hikâye”si ve hikâyenin bir yerinde mutlaka patlaması gereken birer “tüfek”i var. İkisi de kendi alanlarında ne olmuş ne bitmiş, yaya kalmamak için bilmek zorunda. İkisinin de yaptığı “iş”in ne ucu var ne bucağı. İkisinin de söyleyecek sözü çok. Zekâ, bilgi, görgü, merak, tecessüs, disiplin, irade, özen, deneyim, eza, cefa, eziyet, aşk, azim, sabır, metanet, araştırmacılık, humor, özgüven, incelik, gözlemcilik, röntgencilik, yıkıcılık, yapıcılık, öğrencilik, meşakkat, direnç, kâşiflik, mucitlik, diklenme, inat, kararlılık, sapına kadar doğruculuk, kuyruklu yalancılık, çatlaklık, cezbedicilik, dil cambazlığı, gerçek ve hayal düşkünlüğü, sezgi gücü, amelelik, teknisyenlik, zanaatkârlık, ikna yeteneğine sahiplik… hepsi ama hepsi ikisinde de bol kepçe. Her ikisi de, yazarken benzer yetilerden güç alır; benzer teknik beceri, yöntem ve ölçütlere yaslanır. İkisi de parlak ve güçlü fikirlerle yola çıkar. Beş zihinsel işlemden, yaratıcılık açısından en başat olan “ıraksak düşünme” (olası çözümleri bildik/alışıldık ilintilerinden sıyırma ya da yeni çözümler üretme) yetisi (bkz: Guilford) her ikisi için de önemli, dahası gereklidir. İkisinin de çalışma yöntemi anahatlarıyla birbirine benzer (ilk üç aşamada farklılıklar benzerliğe eşlik eder): Eserin yaratılış gerekçesinin/ihtiyacın (reklam yazarınınki “dış”, şairinki “iç” ihtiyaç) tanımı, veri (yine “dış”/”iç”) toplama, nadas (reklam yazarınınki sınırlı süreli, şairinkinin süresi belirsiz), fikrin ele gelişi (buna “esin” denebilir ama esin dediğimiz şey anlık değil, süreçseldir; dolayısıyla göksellikle ilgisi yoktur), fikrin işlenişi (“eser”e dönüşümü).

Lâkin benzerlik buraya kadar. Bundan sonrasında evli evine, köylü köyüne. A. Selim Tuncer’in de özenle altını çizdiği gibi, reklam yazarının sanatçı kişiliğine, ürettiği işlerdeki sanatsal tekniklere, sanatkâraneliğe bakıp da aldanmamalıdır; reklam sanat, reklamcı da sanatçı filan değildir. Yine Tuncer’e kulak verirsek; sanatın, insanın insanla, evrenle ve aşkın olanla ilişkisini sorgulama ve eşyanın ardındaki hakikat ve anlamı arama eylemi; reklamın ise, eşya için yapay bir “hakikat” ve “anlam” yaratma işi olduğu ve reklama bu bağlamda en fazla olsa olsa “tersinden sanat” diyebileceğimiz açıktır. Platon’un bakışını ödünç aldığımızda, idealardan nesnelere, nesnelerden sanat eserlerine giden yolda sanata suyunun suyu dersek, reklama da suyunun suyunun suyu dememizde beis yoktur gibi görünüyor. Üstelik, sanatın hedef kitlesinin, algı eğitimli/birikimli olduğunu (ya da öyle varsaymak durumunda olduğumuzu) da unutmayalım; reklamın hedef kitlesinden böyle bir donanım beklentimiz olamaz.

Esasen burada kestirip atsak bile olur. Fakat mademki başta ağır konuştuk “reklamcı-şair” de neymiş diye, öyleyse hiç kaçış yolu bırakmayalım. Şu ana kadar bu iki tür yaratıcının arasındaki benzerlikleri sergilemeye çalıştık, şimdi farklılıkları koyalım ortaya, sonra da bu iki alandaki yaratıcı pratiğin birbirine kazandırdıklarıyla kaybettirdiklerini araştıralım. (Siz benim ağır konuştum dememe bakmayın, bir de Necdet Şen’i dinleseniz kaçacak delik ararsınız!)

***

Birinci önemli fark, gerek yaratıcının yaratım güdüsünün, gerekse hedef kitlenin alımlama düzleminin farklılığıdır. Sanatçının parayla pulla ilişkisi varsa bile derdi, meselesi bu değildir; sanatı para kazanma güdüsüyle yapmaz. Reklamcı ise üretirken –tamam– zevk alır, keyif alır, –tamam– özenle, titizlikle, bilgiyle, görgüyle, heyecanla, aşkla üretir, üretmelidir filan; ama ürettiğini sadece para kazanmak için üretir, ucunda para yoksa o işi yapmasının gerekçesi de, nedeni de yoktur. Dahası, “eser”ini okuyan/izleyen kitlenin derdi de somut bir yarar sağlamaktır; eh, dolayısıyla paradır. Daha kapsayıcı bir çerçevede diyebiliriz ki; yaratıcının, hedef kitlenin ve yaratının niyeti reklam ürününde başka, sanat eserinde başkadır. Reklam yazarı yaşamak için yazar, şairse yazmak için yaşar. İlkinin avlağı cepler, ikincisininki ruhlardır. Reklam yazarının marifeti, yaratısının alımlayıcısını tüketici kılabilmektir (kendi yaratısını ve ondan hareketle de simgesel değer kattığı ürün ve hizmetleri tükettirebilmektir); oysa sanatçı, eserinin alımlayıcısını rafine bir yeniden-üretici olmaya yöneltebiliyorsa marifet sahibidir denebilir. Bir kere burada anlaşalım.

İkinci önemli fark, angajmandır. Reklamcının yaratıcılığı angaje bir yaratıcılıktır; konu edindiği ürüne/markaya/kuruma, kendisine verilen yönbilgiye, pazarlama ve iletişim strateji ve hedeflerine, ilgili yasalara ve bütün bunların belirlediği çerçeve içinde şekillenmiş beklentilere bağlı ve bağımlıdır. Daha da ötesi, kılçıksever müşteri ilişkileri departmanına, bazen işgüzar ve/veya şişik egolu yönetmene, hayatın kimi zaman “[h]assas” dengeleri gözetmeyi mesleki haysiyete tercih etmek zorunda bıraktığı ajans patronuna/üst yönetimine, bu işi çokbilmiş reklamcı taifesinden çok daha “iyi bilen” reklamverene, reklamverenin sabah solundan kalkmış karısına/kocasına, kraldan çok kralcı danışmanlarına, müdürlerine, reklamcılığın ilmini yaparak “aşmış” bayilere filan da bağlıdır. Halbuki sanatçının kimseye hesap verme, kimseden akıl fikir alma, kimseyle ortak hareket etme, kendi sanatçı bilgi, görgü ve sezgisinden gayrı hiçbir şeye dayanma zorunluluğu yoktur. (Kapitalistleşme sürecini tamamlayamamış olan bir ülkede, henüz burjuvalaşamamış, parası arttıkça görgüsü de artacağına azalan zengin stereotipinin –ki ben bu muhteremlerin reklam sektörüne “reklam yaptırmak” üzere müracaat edenine küçük bir harf değişikliğiyle “reklamverem” demekte sakınca görmüyorum– reklam yaratıcılarımız üstünde yarattığı stres ile, gelişmiş kapitalist bir ülkedeki reklamverenin yarattığı doğal ve olağan iş stresi birbirinden epeyce farklıdır.) Reklam yazarının yaratısı (ilanı/senaryosu), Meriç Eryürek’in fevkalâde hoş biçimde benzettiği üzere, buzkaşi oyunundaki zavallı teke leşi gibidir; buna karşılık şair şiirini yazarken de, yazdıktan sonra da hiç kimse o eseri başkalaşıma uğratamaz, yalnızca yeniden-üretebilir. İlkinin çıkış noktası eline tutuşturulan ya da kendisinin de içinde yer aldığı bir ekibin elinden çıkma bir konsept iken, ikincisininki yalnızca kendi poetik duruşu ve sanatçı sezgisidir. Biri kiralık (ya da daha vahim bir dile getirişle, “vesikalı”) kalemken, öbürü kiralanamaz, kiralanması teklif dahi edilemez kalemdir.

Yaratıcıları şöyle bir sahanın kenarına davet edip yaratıların kendisine bakarsak bu birbiriyle ilintili temel farklılıkların üçüncüsüne gelmiş oluruz: Yaratı[cı]nın “dil”i. Reklamca ile Şiirce farklı dillerdir. Reklam, “varlıklı” olma; şiirse, “var” olma ve “var” olmayı anlamlandırma davetine tahsis edilmiş bir dilsel pratiktir. Reklamın dili anlamsal, şiirinki büyüseldir. İlki fonksiyonel, ikincisiyse kendisi-içindir. Reklam metninin dilbirimi düşünce, şiirinki kelimedir. Dil, reklamda araçtır, şiirdeyse beden. Daha kışkırtıcı bir ifadeyle, reklam yazarı fikir işçisi, şairse som-dil işçisidir. Aldous Huxley’in dediğince, soneyi yazan şair yazarken yalnızca kendini düşünür; reklam yazarıysa başkalarını düşünmek zorundadır, onların anlama ve etkilenme düzeylerini. Demek oluyor ki reklam yazarı populist, şairse elitist bir dille konuşur. Reklam yazarı dili indirgerken, şair yükseltger. Reklam yazarı retorisyendir ve ikna peşindedir; şairinse inandırma, öğretme, açıklama kaygısı yoktur. Reklam dilindeki gösteren-gösterilen-gösterim ilintileriyle şiir dilindekiler bambaşkadır.

Bu “başka dünyaların insanları” olma durumuna birkaç kanıt daha getirelim de içimiz rahat etsin –ya da huzurumuz daha da kaçsın– isterseniz.

Reklam yazarı her fonksiyoner gibi cevap peşindedir, “çözüm” üreticidir. Şairse soru peşindedir, “sorun” üreticidir. Statükoyu koruma ve besleme derdindeki reklamcı, bu nedenle uyumlu/düzencil bir yaratısal kosmos sunarken; statükoyu iplemeyen, dahası onu hiçleyen ve reddeden sanatçı, bu nedenle kaotik/kaosist bir yaratısal kosmosa sürükler bizi. Reklam metni, sınanabilir, sağlaması yapılabilir, doğrulanabilir/yanlışlanabilir bir “bilgi” ile yüklüyken; şiirsel metnin böyle bir derdi yoktur. Reklam yazarının atları koşulu, şairinkiler salıktır. Reklamcı entelektüel altyapısını sömürür, sanatçı ise ondan beslenir. Reklam yazarı “zafer”le başlar işe; şairse, Haydar Ergülen’in de dediği gibi, “yenilgi”yle.

Komple sanatçı Jean Cocteau, “her zaman doğru söyleyen bir yalancı” olduğunu söylerken paradoks cambazlığı yapıyor değildir; sanat[çı]nın en özlü, en şahane tarif ve tasvirini armağan etmektedir bize. Kendisinden ilham alarak biz de reklam yazarının “her zaman yalan söyleyen bir doğrucu” olduğunu söyleyemez miyiz, pekalâ söyleyebiliriz. Ne ki reklam yazarı “doğru”yu güzel ve etkili söyleyebilme peşindeyken, şair de “yalan”ı güzel ve etkili söyleyebilme peşindedir ve ikisi de tutarlı olmak istiyorlarsa söylediklerinin doğruluğuna inanmak durumundadırlar –yoksa şöyle mi desek: Reklam yazarı söylediği “doğru”ların yalan olduğuna, şairse söylediği “yalan”ların doğru olduğuna inanır. (Elbette burada bu “doğru/yalan” kavram çiftine gündelik dilin sözlüğündekinden taşan, daha üst/literatürel/aşkın bir anlam alanı atfettiğimizi belirtmeden geçmeyelim.)

***

Geldik zurnanın son deliğine. Mesleğinin esenliği uğruna reklam yazarının edebi yazıya bulaşmamış olmasını yeğleyen Ogilvy, reklamın şiirin masumiyet ve savunmasızlığını zedelediğini söyleyen Hofman, ve bizden bir isim olarak, reklam yazarlığının –bu demektir ki sürekli dil ekonomisi yapmanın, paranın hükmünün vs– varoluş biçimi olarak yazı yazan ve bu yüzden ayağını yere sağlam basmak zorunda olan sanatçıyı kötü yönde etkileyeceğini, dönüştürüp bozacağını savunan Latife Tekin yanılıyor mu acaba?

Bence yanılmıyorlar pek. Temelde haklılar. Bu iki farklı yaratıcı pratiğin birbirini beslediğine ilişkin kanıtlar bulup getirmemiz mümkün –en azından birtakım teknik, yöntem ve alışkanlıklar bazında. (Benim de naçizane bunu destekleyen deneyimlerim var.) Dünyadakiler bir yana, ülkemizdeki reklamcı-sanatçılar arasında iki alanda da yaratıcılığını konuşturabilmiş başarılı isimler elbette mevcut, ancak yine de sakıncalar çok daha ağır basıyor bana kalırsa. Sanatın/şiirin reklamla uyuşabilmesi herşeyden önce eşyanın tabiatına aykırı, çünkü değerleri çatışıyor. Ayrıca, iyi edebiyatçıdan/şairden ille de iyi reklam yazarı çıkacağı söylenemez, dahası sanatçı/entelektüel olmayanların daha başarılı reklamcı oldukları gözlenebilir bir gerçek. Zaten sektörde insan kaynağının profili de süratle değişmekte; mekteplilik öne çıkan bir olgu artık. (Reklam yazarının yaptığını mutlak bir biçimde “yazmak” fiiliyle nitelemek de doğru değil aslına bakılırsa. Bunu da geçerken not edelim.)

O unutulmaz “Ay Sarayı”nı bize armağan eden Paul Auster’ın sözü: “Gerçek olmayan hikâye yoktur, yeter ki biri inansın.” Reklam yazarı inandırmak zorundadır “hikâye”sine. Yazar/şair ise değildir. Ama şu bir gerçek ki, ikincisinin hikâyesi çok daha esaslı, sahici ve kalıcıdır; çünkü insani değerlere ilişkin ve onlarla ilgilidir. “Cepsel” değildir.

Bir şair olarak ne diyeyim şimdi ben? Reklam yazarı da isek, affola. Yahut, kader utansın!

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Phasellus aliquam faucibus nibh. Vestibulum quis nisl dui, ac sodales orci. Etiam dapibus sagittis turpis, et condimentum mi condimentum rhoncus. Pellentesque habitant morbi tristique senectus et netus et malesuada fames ac turpis egestas. Nam commodo scelerisque auctor. Duis lacinia lobortis odio at hendrerit. Donec porttitor ipsum vel erat tincidunt hendrerit. Fusce non nunc eu augue ullamcorper gravida. Mauris sed purus ligula. Fusce vestibulum, lorem eu tincidunt porta, diam nulla tincidunt nunc, a dictum tortor massa id eros. Sed vehicula massa nisl. Phasellus at massa dolor, quis rutrum dui. Vestibulum turpis lorem, mattis quis interdum dignissim, tempor viverra mauris. Donec malesuada commodo condimentum. Aliquam bibendum tortor in mi egestas non elementum sapien lacinia. Cras non molestie arcu. Curabitur in nibh lorem, sed congue quam. Morbi lacinia nulla vitae odio aliquam quis viverra felis posuere.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. In facilisis, sem non sagittis imperdiet, erat enim convallis sapien, eget aliquet mauris odio id arcu. Proin sed nisl libero. Proin cursus quam elementum lacus auctor volutpat. Nunc adipiscing ligula eu tortor accumsan feugiat. Etiam ac lacus purus, consequat facilisis lectus. Donec tempus augue ut neque imperdiet eleifend. Aenean sapien nulla, interdum nec sodales quis, rutrum venenatis dolor. Phasellus scelerisque nisi et orci sollicitudin mollis. Nulla aliquet, risus a vestibulum pretium, lorem nisl sodales elit, id pretium arcu odio eu elit. Nulla facilisi. Phasellus non massa eget massa pharetra auctor eu vitae nunc. Nam sollicitudin blandit lorem, ut mollis lorem scelerisque et. Integer varius, nunc et molestie porttitor, nibh tellus scelerisque elit, a placerat mauris mauris quis nisl. Morbi porta semper placerat. Quisque sed ligula sem, et iaculis enim.

Nulla vulputate pellentesque felis, a tincidunt sapien interdum at. Morbi molestie massa sapien, non suscipit est. Nulla felis ante, interdum eu mattis eu, iaculis in mi. Quisque velit orci, facilisis nec semper et, laoreet et felis. Integer feugiat lorem at nulla sodales venenatis. Cras eu purus nec justo venenatis convallis sed id mi. Praesent tellus erat, sagittis ut venenatis at, lacinia at arcu. Suspendisse metus dui, dignissim ac interdum vel, ultrices non erat. Etiam in mi vitae leo elementum lacinia. Suspendisse cursus, magna dapibus molestie scelerisque, lectus est semper diam, sit amet porta massa odio ut lectus.

Morbi imperdiet leo ut est pharetra dapibus. Suspendisse fermentum pellentesque magna, in mollis leo interdum vel. Nam fringilla tempus lorem ac feugiat. Praesent scelerisque laoreet fringilla. Nunc vitae pulvinar enim. Aenean at mi turpis. Morbi ut felis eu leo fermentum aliquet. Aenean neque libero, fermentum ac rutrum at, feugiat id nisl. In faucibus aliquam feugiat. Phasellus a nisi at nisl adipiscing sagittis. Phasellus quis viverra nibh. Cras a lectus ornare purus convallis feugiat at ut magna. Nulla turpis leo, vehicula molestie posuere vel, cursus nec ligula. Pellentesque eu diam purus. In pretium convallis velit, mollis pulvinar odio egestas at. Sed vehicula bibendum purus.

Donec rutrum, enim vel mattis auctor, elit ipsum scelerisque felis, eget aliquam diam turpis at felis. Duis ut velit purus. Fusce quis mi elit. Cras non aliquet velit. Phasellus arcu dui, bibendum ut ornare ac, mollis non nulla. Suspendisse pellentesque laoreet facilisis. Phasellus dictum eros turpis, quis facilisis risus. In pretium lorem eu justo tempor et dapibus tortor rutrum. Nullam eu risus et eros porta rutrum. Phasellus vestibulum massa tellus, commodo dignissim enim. Pellentesque nec orci massa. In vitae felis quis justo bibendum fermentum ac non enim. Proin vel purus quis arcu bibendum luctus eget sed arcu. Nunc laoreet ante libero, quis dignissim turpis. Nam porttitor, lorem pulvinar porta sollicitudin, nulla sem congue lacus, eu pulvinar eros orci sit amet mauris. Donec est neque, dapibus at rutrum sit amet, vehicula et arcu. Nullam tempus sapien at justo pellentesque faucibus.